14 Kasım 2012 Çarşamba

Tik Tak...



Tik tak... Tik tak...
Kafamın içerisinde yankılanıp duran ses buydu. Oysa dışarıdaki ses öyle demiyordu. Dışarıda zamanın geçmemesinin sesi vardı.
            Oğlunun fotoğrafını çıkardı biri. Tam kalbinin üstünde taşıyordu, karısının fotoğrafının yanında. “Bak,” dedi. Yüzünde gururlu bir gülümseme vardı. Baktım. Bu, oğlunun son çekilen fotoğrafıydı. Zamanı kaçırıyordu burada. Oğlu, o yokken, kocaman adam olmuştu. Sustum. Oğlunun son çekilen fotoğrafında kocaman adam yoktu aslında.  Yaşını bile doldurmamış bir bebekti hala. Geçmeyen zaman sanki geçiyormuş gibi kaçırdıklarımızı nasıl da büyütüyordu gözümüzde. Geçmiyordu belki ama kaçıyordu zaman; bu konuda haklıydı işte.
                Kafamın içindeki bu ses... Tik tak... Tik tak...
                Sürekli saate bakıp duruyordum. Adam küçücük oğlunun kocaman fotoğrafını cebine, kalbinin üstündeki yerine yerleştirip uzaklaştı yanımdan. Olduğum yere çöktüm, duvarın dibine. Avuç içlerimi kulaklarıma bastırdım. Sesi susturmaya çalışıyordum. Daha da arttı. Hemen ellerimi çektim. Ses dışarıda değildi ki. İçimdeydi. Tik tak... Tik tak...
                Sesi susturup olanları düşünmek istiyordum. Suçlu muydum gerçekten? Öyleyse suçum neydi? Ama ne mümkün... Tik tak.. Ritmi hiç bozulmadan çalışan bir saat vardı kafamda. Kolumdakinden çok daha hızlı ilerliyordu. Her şey tersine dönmüştü işte. O gün, suç dedikleri o şeyi yaptığım gün kolumdaki saat hızlı çalışırken kafamda hiçbir ses yoktu. Durmuştu. Dışarıda da ses yoktu. Belki karımın çığlıkları... Belki ben de bağırmıştım. Bilmiyorum. Ses yoktu. Ben susturmuştum. Şimdi kafamın içindeki sesi susturamıyorum ama o gün her şeyi susturmuştum. Tik tak... Tik tak...
                Gözlerimi yere diktiğimi farkettim. Hemen kaldırdım, gökyüzüne baktım. Kaslarımın seğirdiğini hissettim sonra. Sesle bir ritimde. Tik tak. Neler oluyor diye paniğe kapıldım. Ses beni ele geçiriyordu; tüm bedenimi ve de benliğimi. Ayağa kalktım hemen. Fırladım da denebilir. Delirmenin eşiğinde olduğumu biliyordum. Ama bunu hakediyor muydum? Diğerlerinin yanına doğru koştum. Adımlarımı onların hızına ayarlamaya çalıştım. Sonra onları dinlemeyi denedim. Ses beni engelliyordu ama onların ritmini yakalamak için zorladım kendimi. Tik tak... Tik tak...
                Yere değil gökyüzüne bakmalıydım. Kendimi değil başkalarını dinlemeliydim. Çok zordu ama yaptım. Yaşlıca bir adam kızı için burada olduğunu anlatıyordu. Kocasından dayak yiyen kızının acılarına, gözyaşlarına, yakarışlarına dayanamamış, çekmiş vurmuş kızına işkence yapan o caniyi. Suçlu muymuş yani? Kaç kez gitmiş polise; kaç dilekçe vermiş savcılığa? Neyi bekleyecekmiş daha? Suçluysa suçluymuş. Yine olsa yine yaparmış. Tik... Tak...
                Ses yavaşlamıştı. Tamamen susmamıştı ama azalmıştı. Volta atıyordum ben de, kendimi değil başkalarını dinliyordum. Yapmam gereken buydu demekki. Tik... Tak...
                Bu sesin tamamen susmasını bekleyecektim. Sabredecektim. Sonra düşünecektim. Kalbimin üstüne karımın fotoğrafını koyacaktım, kaybettiğim karımın.  Hiçbir anını kaçırmayacağım, hiç doğmayacak, hiç büyümeyecek oğlumu ve onun hiç çekilmeyecek fotoğrafını düşünecektim. Ve “Suçluysam suçluyum, yine olsa yine yapardım,” diye haykıracaktım. Tik... Tak... <esinmataraci>

Derin

Kitabım yayında :)

19 Mayıs 2011 Perşembe

Hayat

Arkamdan gelmişti, neden bilmem teslim olmuştum ben de. Sıkı sıkı sarılmıştı, aslında ben başlatmıştım bu oyunu. Evet bi oyun olarak başlamıştı önce. Sonra ne olduğunu anlamadan kendimi kollarında bulmuştum. Düşünmüştü önce, sarılmadan önce her şeyi tartmıştı. Aslında sarılmak neden bu kadar zordu bilmiyorum ama yine de hiç düşünmemiştim o zaman. Her şey bir anda olmuştu. Kendimi bu oyuna kaptırmıştım. Zaman geçti böyle. Sıkı sıkı sarılan kollar çözülmeye başladı, aslında tam açılsa kaçardım belki de, denedim de ama kaçamadım. Artık sadece kaçmak istediğimde gerçekten sarılıyordu. Uykuya daldım, bir rüya gördüm. Çoook uzun bir rüya. Uyanmadım yada uyanmak istemedim. Sarıldığı için yüzünü göremiyordum zaten, sevdiğim bir yüzü koydum yerine, olmayan bir yüz, bir hayal ve o yüzü gördüm rüyamda. Uzun uzun seyrettim doyamadım. Sonra bir gün sarsılarak uyandırıldım uykumdan. Artık bana sarılmıyordu, tam karşımda duruyordu gerçek yüzüyle. Ama ben kaçamadım, aklıma gelmedi yada korktum. Çok geç olmuştu sanırım yada alışmıştım uykuya ve bana sarılan kollarına. Uzakta kendimi yalnız hissedecektim, çaresiz ve küçük. <esinmataracı>

18 Mayıs 2011 Çarşamba

Umut aranıyor!

Ayakkabıları eski ve çamurluydu. Belli emekçiydi. Gereksiz tüketmeyi sevmiyordu. Yüzündeki çizgiler derin çukurlara karışmıştı. Şapkasıyla saçlarını saklıyordu belli ki. Beyazı gözükmesindi. Ve elinde cumhuriyeti taşıyordu. Sıkı sıkı tutmuştu. Belli düşmesin diye kendi gibi az sayıdaki insanla birlikte, belki de son nefesine kadar cumhuriyeti taşıyacaktı. Yorgun aklından geçenleri okumak çok kolaydı. O gittikten sonra cumhuriyetini kim taşıyacaktı. Çocuklarını, torunlarını kendi gibi yetiştirmişti mutlaka ama o ve onun gibiler gitmeye azalmaya devam ediyordu. Ne olacaktı cumhuriyetin geleceği, ne olacaktı çocuklarının geleceği, ne olacaktı belki de aynı zamanlarda nefes alıp verme şansına sahip olduğu Ata’sının emanet ettiği topraklar? Onun yanına gidecekti yakında, belliydi. Peki ne diyecekti ona? Nasıl anlatacaktı? Umuda ihtiyacı vardı gitmeden önce yakalayabileceği. Gittiği zaman gözünde bir umut ışığı olmasını istiyordu. O zaman Ata’sı da sormazdı belki. Anlardı o da, bıraktıklarının değerini hala bilenler vardı. İşte o umudu bulmak için bakıyordu etrafına, ama bulamıyordu. Ağlamaya başladı. Gözyaşları kendi akıtabileceğinden daha fazla akıyordu. Bilmiyordu nedenini, bilmiyordu o gözyaşlarının umudunkiyle birleştiğini, bilmiyordu bir umut olduğunu çünkü görmemişti karşısında oturan umudun bu satırları karaladığını, bilmiyordu bu satırlar okununca akan gözyaşlarının dere olup taşacağını. Bilmiyordu ve çaresiz ağlıyordu. <esinmataracı>